21 Kasım 2010 Pazar



Ahmet Ada’nın 18. şiir kitabı “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” (Artshop Yayınları) yayımlandı. 271 sayfalık kitaptaki şiirlerde, insan doğa bütünlüğü ile insanın varoluş kaygıları, endişeleri dile getiriliyor. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, dört mevsim prelüdleri, liedler, Gazze şiirleri, Toroslar ve Göl zamanı şiirleri kitabın izleklerini genişletiyor. Genişleyen izlekler bilgece söyleyişlerle örülüyor. Gördüklerinin ötesine taşan, dahası görülmeyeni de göstermeye çalışan şiirler. “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” bir kült kitap özelliği taşıyor.

13 Nisan 2010 Salı

PAÇALI BULUT YAYIMLANDI, NİSAN 2010

2008-2009 yıllarında yazılan, hiçbir yerde
yayımlanmamış şiirler toplamı ‘Paçalı Bulut’. Usta şairin geldiği yeri işaretliyor: Sade, yalın, yalınlığın derinliğine ulaşan incelikli şiirler. Dünyada olmanın acısı, hüznü, umutsuzluğu, sevinci var bu şiirlerde; eşitliğin dilini arayan bireyin kurduğu sağlam bir ‘yapı’
anlayışı. Varoluşun sıkıntı ve umudu, tinin yürüyüşü hissediliyor.
İmgenin imkânlarını kullanarak, doğayla bütünleşen insanın sesini duyuyoruz. Dünyanın, algıladığımız kadar olmadığını görüyoruz bu kitabı okuyunca.

15 Şubat 2010 Pazartesi

NİHAYET ŞİİR:
TAŞA BAĞLARIM ZAMANI[1]


Uluer Aydoğdu


Taşa Bağlarım Zamanı, her şeyden önce, Ahmet Ada’nın olağanüstü imgelemini daldırdığı hayattan -içinde aşklar yaşadığı, yolculuklar yaptığı, gökyüzüne baktığı- çıkarıp önümüze koyduğu bir uzay-zaman düzenlemesi. Tam da şiirin göz hizasında. Ne güzel, şiir hâlâ bizimle, daha bizi terk etmemiş. Öyle ki, Ahmet Ada, şiir hızında, kıvrak olduğu kadar varlığı/ varoluşu da sorgulayan imge ve söyleyişlerle hareket ederek doğum, ölüm, hüzün, zaman, büyü bazlı muazzam bir enerjiye ulaşmış bu kitapta. Daha ilk baştan, kitabın adıyla okuyucuya “duygusal bir büyü” vaat ediyor. Kapak resminin[2] kitap adıyla oluşturduğu zıtlık ise zamanın asıl karakterini söylemek için düzenlenmiş gibidir: Geleceğe doğru akış. Bu akış içinde kitapta yer alan şiirler ise “zamanın” şimdi-burada “uzaylaşması”ndan başka bir şey değil. Valery’nin “zaman inşadır” sözünden hareketle kitapta yer alan şiirler için inşa olduğu kadar akışkanlığı da içeren bir süreç şiiri de diyebiliriz. Varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma ise ana motif olarak bütün şiirlerde yer alır.
Kitap “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” dizeleriyle açılır. İçten içe bir serzeniş de diyebiliriz bu dizelere. Şairin, taşa bağlayarak tutmak istediği zaman acımasızdır.

Duygusal Büyü

James G. Frazer’ın, Altın Dal[3] adlı muhteşem kitabında kimi eski toplumların doğayı “… kendi istekleri önünde eğmeye” çalıştıklarını görürüz. Yağmur yağdırmak için “gök gürültüsünü taklit etmekten” tutun da “ağızdan su fışkırtmaya” ya da güneş tutulması sırasında “birilerinin güneşi söndürdüğüne” inanan bazı toplulukların “havaya ucu ateşli oklar atmalarına” ya da “güneşin batmasını önlemek için birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlayan” kabilelilere ya da “rüzgârsızlıktan limandan çıkamayan balıkçıların güneşin hareketi yönünde şapelin çevresinde yürümelerine” kadar sayısız örnek verir Frazer. Bir çeşit “duygusal büyü”dür bu. Bu doğrultuda, kitabın adının beni o eski toplumlara/zamanlara gönderdiğini söylemeden edemeyeceğim.

İlk bölüm (Ahmet Ada, sistematik olarak I. Bölüm, II. Bölüm şeklinde ayırmamış şiirleri, ama her biri bir ya da birkaç dizeyle başlayan üç bölüm şeklinde düzenlemiş) yukarıda da söz ettiğim “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” adlı dizeleriyle başlıyor. Kimi zaman varlıktan kimi zaman ise varoluştan yana döner Ahmet Ada. Bu doğrultuda sürekli kayıt koyar:

“Belki hiçlik bu denizden çektiğim
Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması
Ama hepsi varlığıma dokunuyor
Önce o büyük sonsuzluk duygusu” (s., 11.)

Herkes, her şey ‘var olamayacağı yere kadar vardır’, sonrası “hiçlik”tir ve bu durum, şairin varlığına dokunur. Ahmet Ada’nın bütün işaretlemeleri zamana gönderme yapar, zamanın akışına, varlığın bu akış önündeki aldığı hallere… Bu yüzden öncelikle zamanın tarifi gerekmiştir:

“Zaman rahvan atı gök çatının” (s., 14.)

Bu belirlemeden sonra düşünmeye, sorgulamaya başlar ve aniden soruverir:

“Nedir ki ağaçlar kuşlar yıldızlar
Gövdemin ölümlü kabuğu” (s., 14.)

“Hiçlik” değişir “yokluk” olarak karşımıza çıkar:

“Yokluğa büyüyor durmadan ayaklarım
Uzun mu uzun varoluş sıkıntısı” (s., 16.)

Hele bir de şu yapıp ettiklerine bakın varoluşun:

“Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu” (s., 18.)

Sonra yeniden hiçlik, varoluşun önündeki varlığın hiçliği:

“Elimi uzatsam varlığımın hiçliği” (s., 18.)

Varlık ile varoluşun hesaplaşmasında belki de kitabın en vurucu dizelerindendir “Göçüm ol ey ölüm” (s., 19.) dizesi. Varoluştan edinilen varlığın insanın içini acıtan bir burgu ile sonsuzluğa ya da hiçliğe ya da yokluğa bükülmesi sanırım bu dizeden daha iyi anlatılamazdı. Zaten “Muştular olsun göç yakın” (s., 19.) diye de kaydını koymuştur şair. Tam da burada, berrak olduğu kadar insanı kavuran bir atılışla ölüme seslenir: “Oldum ben ey ölüm”. (s., 19.) “Oldum” ve “ölüm” sözcüklerinin bir aradalığı ise adeta bir efekt gibi -öldüm ben ey ölüm diye de okunabilir bu dize- güçlendirir şairin seslenişi. Ardından varoluşun varlığına kattığı “deniz ağaçları”nı ve “dünya toprağına kök oluşu”nu sıralar:

“Oldum ben ey ölüm
Kanıma karıştı deniz ağaçları
Kök oldum dünya toprağına
Beni konuştu parçalanmış ağız
Arı, karınca, kaplumbağa” (s., 19.)

İlk bölümün son şiiri, Değişimin Boyutu adlı şiir varlığın varoluş önündeki seslenişlerinin bir özeti gibidir ve bize şiirin isminden de anlaşılacağı üzere değişimin boyutlarını verir.

İkinci bölüm,

“Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde”

dizeleriyle başlıyor ve bizi iyice varoluşa, o ‘her şeyi yadsıyan içkin kuvvete’ açıyor. Bu dizelerdeki vurgunun her koşulda üzerimize titreyen annelerimiz üzerinden ‘anne ötesi bir anne’ de denilebilecek varoluşa yapıldığına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bir ‘üst anne’ midir bu? Kesinlikle. Aynı zamanda da Ahmet Ada’nın varlıkla varoluş arasındaki sınırdan artık geçmeye hazır olduğunun da bir işaretidir:

“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde
Evimi unuttum var mıydı evim?” (DERİNDE II/ s., 24.)

Kimi yazılarımda “şiirin, varoluşun eşiğinde konuşmak” olduğunu söylemiştim. İşte, bu bölümde yer alan Derinde I, II, III, IV adlı şiirlerde, Ahmet Ada, varoluşun eşiğinden seslenir bize. “Şiir” ya da “eşik cinleri” işe ne kadar karışmıştır bilemem, ama dize dize derinlerden gelen bir sesi işitiriz:

“Dün müydü yüzyıl öncesi mi
Buradaydım yeryüzü yokluğunda” (DERİNDE III/ s., 25.)

“Az daha unutuyordum
Yağmurun yağdığını denize” (DERİNDE IV, s., 26.)

Tam da burada ‘canlılığın ilkesi” de diyebileceğimiz entropiden söz etmeden geçemeyeceğim: Hiç bir canlı entropiden kaçamaz. Yalnızca canlılar mı? Canlılarla birlikte cansız dediğimiz -Tabii burada canlılığın tarifini yeniden yapmak gerekir. Hareket eden her şey canlıdır diyelim kabaca- şeyler de entropinin mağlubudur.
Peki, nedir entropi? Her şeyi yadsıyan bir kuvvet diyebiliriz genel olarak. Hatta, son noktada, her şeyi yadsıyanı yadsıyan bir kuvvet de denilebilir. Bu doğrultuda insan, aldığı ilk nefesten itibaren çoktan 'gelip geçmiş', çizgisel olmayan bir sürecin an ve an şimdiye izdüşümüdür. Diğer bir deyişle ilk aldığımız nefesle ölmeye başlarız. İçimize çektiğimiz her nefes başlangıçta nerdeyse mutlak da diyebileceğimiz denge halimizi bozup düzensizleştirerek bizi yavaş yavaş, hızlı hızlı dengeden uzaklaştırır. Her uzaklaşma aslında yeni bir denge arayışıdır. Yani ilk aldığımız nefesle -oksijen soluyan azot taneciği- entropimiz artmaya başlamıştır. Denge halinde bir bütünken -bütün gerçek olmayandır-, yaşa Adorno, artan entropi ile dengeden uzaklaşmaya başlar her şey. Kırılgan ya da bozulgan mutlak! Evet, çok yaşa Zizek. Ve elbette, Ahmet Ada, siz de:

“Burada dağılmakta nesneler, anıların tozu
Kolay değil dile getirmek eşiği” (s., 28.)

Üçüncü bölüm,

“Alnı akıtmalı at” dizesiyle geçmişe dair havai bir ‘imge fişeği” gibi patlar göğümüzde:

“Zarif abdal
Takılıverdi peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at” (s., 34.)

Kurtarılan ya da kurtarılmak istenen varlığa dair bir işarettir “alnı akıtmalı at”. Varoluşun önünde bir itiraz, var olma isteği, arzusu. İnsanların en korktukları şey, Deleuze’e göre, seldir. Bir şeyin, bir gücün gelip bizi sürükleyip götürmesi... Şimdi, entropi de zaten bu selin ta kendisidir. Sürekli aşındırır kayaları. Öyle ya da böyle; hastalanarak, bir kazada, durduk yere ölürüz. Bu kuvvete karşı var olmaya çalışmak, varoluşa karşı çıkmak gibi görünse de, aslında öyledir de, ama aynı zamanda da bütün karşı çıkışlara karşı bir karşı çıkış tarafından -entropi- yine de alaşağı edilir. Burada varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki çekişmeyi görebiliriz. Ancak an ve an düzensizliği artan düzeni korumaya çalışmak da karşı entropi olarak düzensizliği engellemez. Her durumda o galiptir, yani masa. İşte, Ahmet Ada’nın, zamanı neden taşa bağladığı daha da netleşiyor, ancak zamanı bağladığı taş(lar) da değişmektedir:

“Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (s., 35.)

Farkındadır yani, zamanı tutmak, yakalamak mümkün değildir. Buradaki atılışı Nietzsche’nin “Eğer duyularımız yeterince iyi olsaydı; uyuklayan kayalığı, dans eden kaos olarak algılayacaktık.” deyişindeki kadar güçlüdür.

Sonra da, derya içinde olup da deryadan bihaber olmak bağlamında bize varoluşumuzu hatırlatır:

“Sonunda denize baktık, öylesine incelikle
Kimsenin farkında olmadığı denize” (s., 36.)

Farkındalığın sıçraması değildir de nedir bu?

Elimizdeki yegâne fırsatın söylenmesine gelmiştir sıra:

“Kürekler elimizdeyken açılalım denize” (s., 36.)

Bu çağrı, yabana atılacak bir çağrı değildir. Tutunmaya çalıştığımız varlıklar her ne kadar bize güvenlikli birer ortam, yuva, ev sağlıyor olsa da belki de asıl risk burada kalmaktaki ısrarımız olabilir. Bireysel karar alıcılar olarak her şey elimizde olmasa bile aldığımız ve uyguladığımız kararlar anlamsızlığa mahkûm değildir. Her alanda gördüğümüz çalkantı ve kararsızlıklar, olduğumuz yerde kalmanın pek de doğru olmadığını söylüyor bize. Kaldı ki “… varlık ve oluş birbirlerine karşı olan şeyler değildir. İkisi, beraberce gerçekliğin birbiriyle ilişkili iki yanını ifade eder”.

Öyle görünüyor ki sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığımız varlıklarımız, ‘bozulmaz’, ‘dağılmaz’ diye düşündüğümüz ne varsa, her şey kaotik bir varoluş bulamacında gelip geçici “köşeli yuvarlak”lardan başka bir şey değil:

“Ben miyim diyecekler köşeli yuvarlak” (s., 37.)

Bu dize İLK ZAMAN adlı şiirdedir. Ardından, Ahmet Ada, ‘On Zamanlık’ bir diziyle kitabın son şiiri olan PARÇALANMIŞ ZAMAN’a varır. Bu dizi boyunca kırılgan ve bozulgan bütünün düzensizleşmesini, giderek dengeden uzaklaşmasını ve parçalanıp bozuluşunu izleriz. Bu yüzden, daha İKİNCİ ZAMAN’da bizi uyarır:

“Varoluşun anlamını kavramadan
Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla
Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe” (s., 39.)

Ve,

“Bitmeyen bir bahçe var mı?” (s., 40.),

diye sorar. Ardından şöyle diyecektir:

“… Gidiyorum
Hüzünden anıtlar bırakarak
Yeryüzü buğu sanki
Otlar hissettirmekte bana yaşadığımı
Boş balıkçı kovaları. Çözülmüş
Harfler kâğıtta dağılmakta. Ve ışımakta
Kıyıda bir balıkçı, oltasını sarkıtan
Dünyaya” (s., 40.)

Bir yandan da, ÜÇÜNCÜ ZAMAN’da, itiraz etmeyi sürdürür:

“Ruhun demirlediği bir liman yok mu?
Hep bunu düşünüyoruz yüksek sesle,
Gün batıyor aynanın içinde kalıyoruz.” (s., 41.)

DÖRDÜNCÜ ZAMAN’da, halleşmeye girişir varoluşla:

“… Biliyoruz denizin gücü
Kadar gücümüz. Biliyoruz tarlalarda
Fabrikalarda kalacak solan
Gölgelerimiz.” (s., 43.)

BEŞİNCİ ZAMAN’da Feridüddin Attar olur, Pir Sultan Abdal:

“Düşer asfalt yola gölgeniz
Attar’sınızdır sarp yollarda
Abdalsınızdır diş fırçası cebinizde” (s., 45.)

ALTINCI ZAMAN’da,

“Pars gelir hep peşimden” (s., 48) diye ünler. Hiçlikle, yoklukla halleşmeyi sürdürür:

“Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım
durmadan” (s., 48.)
YEDİNCİ ZAMAN’da, daha önce geçmişe dair bir işaret olarak aldığımız “alnı akıtmalı at” gibi geyikler çıkar bu kez karşımıza:

“Neyse ki geyikler var her köşe başında
Kulak veriyorum sessizliklerine
Kimseler görmüyor
Ölümcül Pars’tan başka” (s., 49.)

SEKİZİNCİ ZAMAN ise artık ‘enginlerin gözlendiği” bir zamandır:

“Bir adımız var mıydı unuttuk
Denizin bir parçası oldu gözlerimiz
Gözlemekten enginleri. O verecek bize
Eşimizi, oğlumuzu, ekmeğimizi, tuzumuzu” (s., 51.)

Enginleri gözlemek, doğal olarak bekleme anıdır aynı zamanda da:

“Biz burada deniz kıyısında bekliyoruz
Bilmeden neyi beklediğimizi” (s., 52.)

DOKUZUNCU ZAMAN’da, varlığın kırılgan ve bozulgan oluşu iyice belirginleşir:

“Dünya benden uzaklaşıyor,
Bulmalıyım artık bir gölgelik,
Ve abdal bir tin bedenime.” (s., 53.)

Ancak “abdal tin bedene uymamış”tır:

“Bedenime uymamış abdal tin
Alnımda yabanıl bir tabanca,
İntihar bile edememişim.” (s., 54.)

Gelir çatar ONUNCU ZAMAN:

“Ey doğu, ey beni çağıran” (s., 55.),

diye varoluşuna seslenir:

“Yüküm yonga, yo hayır pörsüyen dünya” (s., 55.)

Bu gelgitlerden sonra PARÇALANMIŞ ZAMAN’ın içinden duru, ama hüzünlü bir sesle seslenir:

“- Asfaltın yarığından fışkıran çiçek mi?
- Hayır, başlangıcı ve sonu varlığın,
Rüzgârda salınışı uzun ince bir vedanın.
Hangi deniz hangi dağ
Koruyabilir çiçek tozlarını”
varoluş. Varlıklarımız da aynı şekilde. Bu doğrultuda bir ‘Ahmet Ada oluş’ var ve bu oluş zamana bir şiir kaydetmektedir -şair bir kaydedicidir.

Ah, evet, nihayet şiir. Has, hakiki, hüzünlü, bilge, termodinamik bir şiir bu. Varoluşun içindeki varlığın çığlıkları da var varlığın içindeki varoluşun gülümsemeleri de.




[1] Taşa Bağlarım Zamanı, Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Dorothy Bruce, Kuzey Sutherland Yolu’ndan Detay
[3] Altın D al, James G. Frazer, Payel Yayınları, İstanbul, 1991.

(denizsuyukâsesi/ ocak-şubat 2010/ sayı 41)

13 Şubat 2010 Cumartesi


AHMET ADA’NIN ŞİİRİNDE
ZAMANI YORUMLAYAN ANLAM KATMANLARI

MUSTAFA ŞERİF ONARAN

Şiirde anlam aramak, anlamın aydınlığında şiirin tadına varmak, anlamsız bir çaba, şiirde “belagat”ı özleyenlerin yalınkat bir şiirle yetinmeleridir.
Alışılmış bir gerçeği yinelemek yerine, gerçeğin öte yüzünde imge derinliği aramak, o derinlikte bilmediğimiz bir gerçeği sezdirmek insana görmeyi öğretebilir. Yani bir imge gerçeğe değişik bir boyut kazandırabilir. Şiirin gerçeğinde öykü gerçeğini arayanlar o imge yoğunluğunu anlayamazlar.
Zaman geçip gidiyor da ayrımında değil miyiz? Zaman duruyor da, bir ayrımına varmadığımız bir dağınıklık içinde miyiz? Daha zamanın gizlerini çözebilmiş değiliz.
Melih Cevdet Anday anılarına Akan Zaman Duran Zaman adını koymuştu. Demek, akıp giden bir aldırmazlık içindeyken, yoruluyor mu ne, şöyle bir durup dinlenmek istiyor zaman. Zaman durmalı ki biz, biraz daha çekidüzen verelim kendimize. Yola yeniden koyulmanın gücünü toplayalım. Gerilerde kalmışsak öne geçmeye çalışalım.

Zamanı Taşa Bağlamak

Zaman nedir? Durup durmadığını, geçip gitmediğini bilmiyoruz. Sanıyoruz ki zaman durursa daha çok yaşamış olacağız. Duran zamanın içinde dilediğimiz gibi yaşayacak, ölüme karşı duracağız.
Belki de zaman durursa bu denge bozulacak. Kelebek etkisi gibi bir dokunuşla evren yıkılacak. Belki de zamanın durması evrenin sonu olacak.
Böyle bir değişim insanı ilgilendirmiyor. Hele Ahmet Ada gibi bir ozan önemli bir ameliyat geçirdikten sonra dünyaya yeniden gelmiş gibi olursa, zamanı taşa bağlayıp, yaşanmamış bir geçmişin tadını çıkarmak isteyebilir.
Zamanlar insanı şaşırtabilir. Melih Cevdet Anday “çok eskiden yaşadığı bir anı” anımsayabilir. Kuşların, taşın, denizin zamanını ölçebilir. Nesneler yavaşça zamanlaşınca, çoğalan zaman içinde insan, kendini yeniden keşfedebilir.
Ahmet Ada’nın zamana bakışında Melih Cevdet’in zamanıyla örtüşen bir gizem var:
“Gün boyu ölçüp biçtim denizi/ Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?/ Gölgenin zamanı ağaçtaydı/ Uçup gitti nar giyimli gökyüzü.”
Bir kez daha anlaşılıyor ki zaman görecedir. “Taşa bağlanmış zaman” geçip gitmeyen, duran zamandır.
O göreceliği Sâbit’in beyitinde buluruz:
Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir/ Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat.”
Yıldız falcıları da, zamanı ölçerler de en uzun geceyi kendilerine göre tanımlayabilir. Ama asıl, acı çeken insan bilir gecelerin kaç saat sürdüğünü.
Soyut bir zaman anlayışının dışında zamanı bir nesneye bağlayınca daha belirgin bir zaman anlayışı doğuyor. Her canlının kendine göre bir zamanı varsa, zamanı sınırlamak daha kolay olabilir. Kelebeğin zamanı ile kaplumbağanın zamanı aynı değildir. Belki bir anlık zamana akıl almaz serüvenler sığabilir. Belki uzun süren tekdüze bir zaman yaşanmamış sayılır.

Zamanın Boyutları

Çocukluğumda okuduğum bir resimli romanda küçülen uzay aracı bir paranın içine girer. Nice serüvenlerden sonra geri dönünce bir anlık süre geçmiştir.
Bir Anadolu ereni çevresindekilerle söyleşmektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Dinleyenler arasında bir delikanlının içinden geçer:
“Atma erenler atma!”
O sessiz söz erenin içinde yankılanarak genişler. Erenin gülümsemesinde, bilinmeyen bir zamanda, delikanlı, kendini bir balıkçı köyünde, deniz kıyısında çamaşır yıkayan bir kadın olarak görür. Bir balıkçıyla evlenmiş, yedi yılda beş çocuk doğurmuştur.
Anadolu ereni aynı sözü yinelemektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Delikanlı ayağa fırlar:
“Haklısın erenler haklısın!” demek gereksinimi duyar.
“A oğlum,” der Anadolu ereni, “yedi yıl bir balıkçıya eşlik edip beş çocuk doğurunca mı bu gerçeği anladın?”
Zamanın görece olduğunu anlatan böyle Anadolu söylenceleri de var.

Zamansızlığa Doğru

Zaman belki de bir boşluktur; insanda sonsuzluk duygusu uyandıran bir boşluk.
Ahmet Ada, o boşluğu yorumluyor:
“Günebakanlar zamanı mırıldanıyor/ Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi/ Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum/ Cenaze törenindeki yokluğu.”
Kuş uykusu hafif bir zamanı anımsatmalı; uyur uyanık diyebileceğimiz bir zamanı. Yelve kuşu, yıldızlı bir gökyüzünü sürükler gibi zamanı da götürebilir mi?
Anlamın ötesine geçmeden zamanı yorumlamak kolay değildir. Ahmet Ada, iyileşme döneminin dalgınlığından zamana bakarken, o belirsizliği öykülemenin, bir başka belirsizlikle yorumlanabileceğini anladı. Çünkü zamanın akışı değişkendir.
“Zaman rahvan atı gök çatının…”
O hızlı akışın gerisinde gövde, “ölümlü bir kabuk”tur artık.
Ahmet Ada bir imge yoğunluğundan bakıyor zamana. O imgeleri anlamak kolay değildir. Leylak, “Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları” nasıl anlatır? Leylak, kana bulanmış Ortadoğu’da, öldürülen çocukların tanığıdır.
Bir kayanın yarığından fışkırıp dünyaya bakan bir çiçek varsa, o çiçeğin tılsımını da taşa bağlamak gerekir. Zaman nasıl duruyorsa, çiçeğin tılsımı da durmalı. Bulutun ağaca bağlanması da duran bir zamana uymalı.
Bir denizin değişimiyle oluşan imgeler: Denizin çiçek açması, koynundaki taşı yontması, soluğunun orman olması…
Ölüme göçmek, bir sokağın ucundan denize bakmak gibi bir şey. Boşlukta derine inmek. Denizin belleğindeki kalıntılarından biri olmak. Deniz basamaklarından inerken içimizdeki çölü aramak.
Hayali Bey’in beyitinde, denize kavuşan ırmakların dinginliğinde, bir halden bir hale geçen tasavvuf ehlinin ruh yeteneğini araması vardır:
“Hakkı biz bulduk deyu zann etmesün ashâb-ı kaal/ Cûylar çün erdiler deryaya hâmûş oldlar.”
Ahmet Ada bir başka dalgınlık içindedir:
“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde/ Evimi unuttum var mıydı evim?”
Zamansız bir aralıktan içindeki uzaklara bakar o yitik insan. Bir deniz dibi ülkesidir belki de ölüm. Yosunların ayak sesi duyulur. Bulutlar geçer içinde soluk soluğa.

Ölümü Zamansızlığı

Bir deniz dibi ülkesinden, imge yoğunluğunun bulanıklığı içinde, yaşamanın anlamsızlığına bakmak, umutsuzluğa düşmek diye yorumlanabilir:
“Bize verilenle yetinmemizi istediler/ Ölüm tek yasasıydı yolun.”
Ahmet Ada, kendinden kurtulamayan insanın yazgısına bakıyor. Ölümü tek yasa sayan yazgısına. Ama “alnı akıtmalı bir at” gibi kendinden kurtulan insan, bir bilge kimlik kazanmış, kendini yeniden yaratmış olacaktır.
Behçet Necatigil, çağdaş bilgeyi, asfalt ovalarda yürüyen abdal olarak niteledi. Böyle bir kişilik edinmek için ölümcül bir deneyimden geçmek, yaşamanın gizlerine varmak gerekecektir.
Ahmet Ada belki de ölümün ötesindeki bir ülkenin özlemİni çekiyor:
“Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke/ Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi/ Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine/ İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına/ Abartılı sahte görkemli/ Paranın üretildiği kentlere/ Kentlere döndük yine/ Yaslı asfaltlara/ Zarif abdal/ Takılıverdi peşimize bozkırdan/ Kurtardığımız alnı akıtmalı at.”
Sözcükler arasındaki gizli ilişkiyi çözerek imge oluşturmak yeterli değildir. Yaşama deneyiminden geçerken ölümlü bir dönemeçte zamanı taşa bağlamasını bilmek gerekecektir. Zaman durunca, belki o akışta sürüklenen her şey duracak, belki evrenin dengesi bozularak yeni bir düzen kurulacaktır.
Ama “göçük bir yürek”in zamanı durmuştur. Ahmet Ada “Taşa Bağlarım Zamanı” demişse, artık o duran zamanda, yaşama serüveni dediğimiz “büyülü düzen” de anlamını yitirmiştir. (Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, 2009)
Gölgelerimizin bile suyla dolduğu bir sualtı dünyasıdır ölüm. Enginlere doğru açılıyorsak, “bilge kaygılarımızın erinci” için değil, sevgileri yitirdiğimiz içindir.

Zamanın Tanıklığı

Zaman, donmuş, anlamsız bir kalıp mıdır, yoksa herkesin kendine özgü bir zamanı mı vardır? Belki de herhangi bir insanın bile değişik zamanları vardır. Yer yer silinen, yer yer sımsıcak duran zaman parçaları…
Melih Cevdet Anday; taşın, denizin, kuşların, göğün zamanını yorumlarken insanın zamanına uzak duruyor. Ahmet Ada, çocuğun zamanından bakıyor zamanlara. Yaşamaya açılan zamanın eşiğinde, bir çocuk “çiçeğe dört adım kala”, yaralarımızın iyileştiği bir deniz eşiğine çağırıyor bizi.
Artık zaman yoktur, anıların aydınlığında parlayıp sönen zaman parçacıkları vardır; ölen bir annenin anısıyla gelen zaman. Başlangıcı kuğu olan bir küçük kıza söyledikleri:
“Varoluşun anlamını kavramadan/ Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla/ Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe.”
“Sayrı olanları iyileştirmek için”, şifalı bitkiler toplayan bir babanın da zamanı vardır. Oysa o, içinde büyüyen ölüme aldırmadan hüzünlü türküler söylerdi:
Bir babanın ölümü de yitik zamanlara karışıyor:
“Ne zamandı? Yoklukların göğüne/ Gömdük onu. Eskidir babam/ Göğü dolduran bütün yıldızlardan./ Şimdi düşünüyorum, çözülmüş bir/ Yıldız kümesi miydi duygularımın karmaşası/ Ölüm karşısında?”
Ahmet Ada, geçen zamanları anımsarken bir çeşit ödeşme içinde görünüyor. Bir zamanlar yaşamış mıydı? Otlar mı tanık, bir kâğıttaki çözülmüş harfler mi? Bizden çok uzaklarda, kendi dalgınlığı içinde duran bir balıkçı bile yaşadığımız zamanı etkilemiş olabilir.
“Yaşadım” diyebilmek için bir sevi ilişkisinden geçmek mi gerekiyor? Sevi yalnızlığında kalınca varlığımızın ne anlamı var?
“Aşk halinde geçemeden öte yakaya/ Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini/ Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlarla.”
Varlığımız ölüm denizinde dinlenedursun, ruh tedirgin, başıboş dolaşıyor. Ahmet Ada soruyor:
“Ruhun demirlendiği bir liman yok mu?”

Yoksul Zamanlar

Yenildik, hakkımız yendi, küçük düşürüldük. Oysa yolun başlarındayız daha. Ama sınırda yaşayanlar yoksulluğun zamanı içindedir. Belki deniz altındaki ülke düşlem gücümüzde yaşıyor:
“Tarihin kara taşındayız. Bize/ Yok öyle bir ülke, diyorlar/ Deniz altında.”
Yoksul zamanlar bile, iri gözleri belleğimize yerleşen bir sevgiliye bağlanmamıza engel değil. Tam tersine yoksulluğu aşan bir gücü var sevi ilişkisinin.
Ne diyordu Cemal Süreya:
“Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/ Dörtnala sevişmek lazım.”
Taşa bağlanmış zaman, sevi ilişkilerinin yaşanmadığı ölü zamandır. Nice kırgınlıkların gerisinden üzgün bir gülümsemeyle bakılır o yitik zamana.
Taşa bağlanmış zaman, geçip gidivermesin de, bizi yalnızlığımızla baş başa bırakmasın diye kaygılandığımız, parçalanmış zamandır.
Ahmet Ada, yaşamanın neresinde olduğunu anlamaya çalışırken, kendini yitik zamanların acımasızlığıyla sınıyor. Duran bir zaman da olsa, artık o yitik zamanı ele geçirmek olanaksızdır.
Yaşanmayan zamanlara dalıp gitmekten başka yapacak bir şey de yoktur. Çünkü “gölgenin zamanı”nı anlatıyor Ahmet Ada: Bir sanrıyı sayıklar gibi, belirsizliğin zamanını.
Böyle belirsiz, böyle parçalanmış zamanları alışılmış bir anlam içinde yorumlamak olanağı var mı? “İçinde güneşli bir ikindiyi taşıyan testi gibi” alışmadığımız imgelerle zamana bakarken, duran bir zamanın bizi nasıl etkileyeceğini bilir miyiz?
Bilinmezi anlatmak anlama yeni boyutlar kazandırmaktır.
Ahmet Ada, parçalanmış bir zaman içinde yitip giden insanın yalnızlığını, ölümün kıyısındaki onulmazlığını anlatıyor.
Şaşırtıcı imgelerle örülmüş bu incelikli şiirlerde, insan kendini de sınayabilir.

Varlık dergisi, Şubat 2010






















22 Kasım 2009 Pazar

Geyik şiirinin Almancası

Der Hirsch

Eine meiner schmerzenden Stellen ist das Meer noch immer
Tote Wasser habe ich zurückgelassen als ich kam
Wer weiß, vielleicht ist ja Südwestwindler mein Stammbuch
Breitete ich meine Arme nach beiden Seiten aus
Ähnelten sie zwei Galeerenmasten, ganz so schweigsam
Ganz so brausend Tag und Nacht

Die Landbesitzer lebten auf ihrem Land noch immer
Durch das Südwestwind Tor betrat ich die Stadt
Mit einem weißen Hirsch an meiner Seite
Dass ich mit einem weißen Hirsch kam, wollte niemand glauben
Weder die glotzäugigen Bankiers
Noch die Gerichtsdiener der dunklen Flure

Keiner fragte nach dem Menschen am Meer
Nach dem Panther, den tausend Fischen, dem Schwert des Blitzes
Nach den Toten, die in blinden Kriege starben, nach den Ruderern,
Nach dem verbrauchten Meer, dem weinroten Himmel
Nicht einer fragte nach ihnen
Den ganzen Tag lief ich durch die Straßen,
Sie liefen vorbei in ihrer gleichgültigen Art
An dem Hirschen, den ich bewahrte vor Kriegen

AHMET ADA
Çeviri : Danyal Nacarlı
Hamburg, 21.11.2009

18 Ağustos 2009 Salı

Ahmet Ada ile Söyleşi

Deneylenemeyen dünyanın

sözcüsü oldum’

Ahmet Çakmak

Ahmet Ada bu yıl biri şiirlerinden seçmeler Sonsuz At’ (Şiirden Yayınları), diğer ikisi yeni şiirleri ‘Sözcükler Denizi’ (Şiirden Yayınları) ve ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ (Metis Yayınları) olmak üzere art arda üç kitap çıkardı. ‘Sözcükler Denizi’ içinde yer alan şiirlerdeki felsefi derinlik ve ‘lirik ben’in öne çıkması ile dikkat çekiyor. Ahmet Ada ile hem içerik hem de biçim olarak farklı bir yelpaze bu kitabını ve şiirlerini konuştuk…

“YALINLIĞIN DERİNLİĞİNE ULAŞTIM”

- Lirik Ben’in cevherini içeren bir kitap olmuş Sözcükler Denizi. (1) Lirik Ben’in şiirden kovulduğu, deneysel şiir alanlarının söze, retoriğe açıldığı bir dönemde lirlik Ben’de ısrar etmenizin bir anlamı var mı?

- Lirik Ben’in söylemi çağdaş şiirin vazgeçilmez söylemidir. Çağdaş lirik şiir yitirilmiş doğanın, insandan soyutlanmış eşyanın, bitki örtüsünün, denizin sesidir. Ahmet Haşim’in lirizmiyle karıştırılmaması gerekir. Okurlar bunu fark edecektir. Okur, şiirlerin bilge söylemini, sözcüklerin tılsım ve büyüsünü aralayıp kitaba kapıdan girdiğinde lirizmin kucakladığı doğayı sezecektir. ‘Sözcükler Denizi’, bütün modernliğine karşın, Akdenizli tinin dolaştığı bahçeleri, denizi, ormanı okura duyumsatmayı amaçlar. Anlamı ötelemez. Lirik Ben’in sade, yalın, o ölçüde de kapalı söylemi, içeriye girildiğinde tadına varılan şiire dönüşür. Çağdaş lirik şiir, son kertede, yalnızlaşan insanın sesini duyuran şiirdir. Çağdaş lirik şiir, küresel dünyada, dizgenin hazırladığı, kurduğu, verdiği dünyayı değil, bireyleşen Ben’in iç sesi olarak arzuladığı dünyayı dile getirir. Abartılı bir söylemi değil, sade, yalın olmayı seçer. Seçkindir. Öznenin kendi adına konuştuğu bir iç deney, bir yaşantı şiiridir. Sözcükler Denizi, yaşantının, duygu patlamasının, doğaya ve insana bağlılığın bilgece dile geldiği şiirlerden oluşuyor. Seçkinlik ve billurlaşma yolunda geldiğim bağlayıcı noktadır. Adorno, lirik şiir için ‘ikinci doğa’ nitelemesini bunun için yapıyor. Çünkü, söz konusu olan lirik Ben’in genele karşı kurduğu tikelin doğasıdır.

- 1979’da yazdığınız bir şiirle giriliyor Sözcükler Denizi’ne. “Seyir Defteri” adını taşıyan bu şiirin sizde özel bir yeri var herhalde?

- “Seyir Defteri”nin italik dizilen bölümünü, 1985’de yayımlanan Yaz Kırlangıcı Olsam’ın birinci bölümüne almıştım. Yazılışından otuz yıl sonra tamamını Sözcükler Denizi’ne aldım. Sevgi Soysal Adana’da sürgündü, ziyaretine gitmiştim. Sürmene Oteli’nde kalıyordu. Hüzünlü, tasalı günlerdi. Şiirde ona gönderme var. İtalik bölümdeki Adana, çocukluğumun Adana’sı. Yazlık sinemaların, faytonların bunduğu belleğe zorunlu yolculuk.

- Sözcükler Denizi’nin “Yağmurlar Kalmasın” adlı üçüncü bölümündeki şiirlerde arkadaşlıklar, lirik Ben’in tinselliğinin doğa ile iç içe giren gerilimli hâli, bu küçük şiirlerin atmosferini oluşturuyor. Derin yapıda yeryüzünü anlamlandırma aranışı mı bu? Nesnelerin tinselliğini keşfetme çabası mı?

- Her ikisi de..Derin yapıda yeryüzünü yeniden anlamlandırabilmek güzel bir çabadır. En somut örnek ‘Kırık Amfora’ şiiridir. Binlerce yıl önce denize fırlatılıp atılmış kırık bir amforanın, binlerce yıl sonra denizden çıkarılışı, ışığı yeniden gördüğünde ruhunun şaşıp kalışı…Amforanın tinselliğini keşfetme çabasıdır bu. Aynı zamanda yeryüzünün ve ışığın değerini anlamlandırma uğraşıdır. Nesnelerin de tinselliğinin olduğunu düşünmek insana ait bir olgu. Nesnelerin de konuşan varlıklar olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğanın devingenliği; işte budur ayakta tutan insanı ve yeryüzünü: “İçindeki denizi kurutamazsın / Küçük sular akar gelir ardından” (s.30). Bu mucizevi devingenlik “Birdenbire bir çiçek / Gürül gürül bir orman” (s.36) değil midir? Doğa, kutupsallıkları, zıtlıkları birleştiriyor. Bunu görmüyorlar. Sezgilerimle duyuyorum. Gerçekçi ve üstgerçekçi yönelimlerle zıtlıkların birliğine katılıyor, bu ürkütücü gerilim hattında yer alıyorum: “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s.35). Aslında dünyada olmanın hüznüdür bu. Uyandığında, nesnesine yabancılaşan, emeğinin yittiğini gören insanın hüznü.

- Bir yanda bellek geriye işliyor: Tavan arasında çocuk kalmış yağmurları dinlemek, çeşitli çiçekler, deniz, orman. Bir atmosfer yaratmak için değil, Varlık olarak da varoluyorlar…

- Belleğin geriye işlemesi, çocukluğun saf doğasına yönelmesi, bir çiçeğin, bir kokunun anımsatmasıyla olabiliyor. Çocukluk, ergin insanın düş ülkesidir. Dış ve iç mekânıdır. İmgelemi, yaratıcılığın temel gücü olarak gördüğüm için, şiirsel imgenin ‘kurucu’ varlığına inanırım. Yaratıcı imgelem, doğanın şiirselliğini değil, şair öznenin imgelemindeki doğanın şiirselliğini yeniden kurar sözcüklerin gücüyle. Şair, doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini değil, imgelemindeki doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini yeniden kurarak doğayı taklit etmekten kurtulur. Yağmurlar, çiçekler, deniz, orman, şiirlerimde imgelemin mekânından geçerek birer imge olurlar. Böylece, içtenlikli ve sonsuzluk duygusu yaratan bir doğa, kardeş doğa yaratırım kendime, dolayısıyla okura. “Taştaki derin telaşı” (s.47) nasıl duyumsarım yoksa yaratıcı imgelem ve sözcüklerin gücü olmasa? Nesneleri yaşayan varlıklar olarak algılamak, onlardaki tinselliği keşfetmek güven vericidir. Ama, bazen, özneden bağımsız bir nesneler dünyası olabileceğini de düşünürüm. O zaman, onlar şiirlerimin atmosferini yaratmak için değil, gerçek nesneler, varlık-nesneler olarak varolurlardı şiirlerimde. Ya şimdi? Şimdi de varlık-nesneler olarak varolmaktadırlar.

- Doğayla bütünleşme isteği “Yalın İstekler” adlı şiirinde dile geliyor?”Yollar Boyunca”da da kentin para tutkusundan, kentte dilin bozuluşundan söz açıyorsunuz. Bu istek kentte sıkışmış, bunalmış bireye mi ait?

- “Yalın İstekler” bir mekân şiiri. Mekân Akdeniz, Toroslar, Taşucu, Mısır, İskenderiye. Özgürlüğün ruhuma dolduğu bölge. Bir Akdenizli olarak, kentlerin birey üzerindeki basıncı, baskısı karşısında doğaya karışma isteğinin sözcüsü oldum bu şiirde. “Dünya büyük, ama / denizler kadar derin içimizde”. Rilke’nin bu dizeleri içdenize, o büyük dünyaya gönderir okuru. “Yalın İstekler” şiirinde (s.49), yalnızlığın, iletişimsizliğin yaşandığı kente gönderme yok (2), ama doğayı imgeye çevirme var. Özyaşamsal deneyimimin şiir diline çevrilmesi. Bu mekânda daha önce de yaşadım, yaşıyorum. Tortusu, görüntüsü var bende; varolanın şiir diline çevrilmesi; sanırım işin özü bu.

-“Yalın İstekler” şiirinden sonraki şiirler felsefi bir zeminde ilerliyor. Yoklukta dolaşan ayaklar, Ben’in bir başınalığı, hiçlik denizi, sonsuzluk duygusu, evrene sürgün oluş, “başka bir dünya olmalı” ütopyası; bu işaretler geniş bir felsefi zeminde olan Ben’in yeryüzüne değgin işaretleri olabilir mi?

- Sözcükler Denizi’nin asıl konuşulması gereken yönü şiirlerdeki felsefi derinlik. Felsefi derinliğe gönderen imleri saptamışsınız. Felsefe yalnızca felsefecilerin ilgilendiği alan değil. Bir şair olarak ‘İnsan ve Varlık’ şiirin nasıl temel düşünsel sorunsalıysa, felsefenin de sorunsalıdır. Söylem farkını unutmamak kaydıyla. Kant, Wittgenstein, Heidegger okumalarının başlangıcı Marx’ın Grundrısse adlı yapıtı. Sonra dil felsefesi, fenomenoloji, Benjamin, Adorno, Deleuze okumaları, Bakhtin var onları takip eden. Bu dirsek temasları şiirlerimin derin yapısını değiştirdi doğal olarak. Şair ne yapar? Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü olur. Melih Cevdet Anday, şiir dilinin mantık üstü olduğunu söyler ki, öyle olmasaydı varlığı, hiçliği, yoklar dünyasını dile getirmesi olanaksızdı. Şiirimin sahihliği bu mantık üstü kurgusallığından gelir. Orada, bir yerlerde taşın aşındığını hissedip algılayabilen bir zihinsellik ile bu zihinselliği mantık üstü dile ya da imgeye çevirebilen yetenek, olup biteni de sezgileriyle gösterebilir. Sözcükler Denizi , bu bilgeliği dünyaya karışarak yapar, yapmaktadır. Alain Badiou, “şiir kendini dilin içinde buyruk olarak ortaya koyar ve bunu yaparken de, hakikatler üretir” diyor. Şiirin kendini dilin içinde bulurken de felsefeye dikiş atması özerkliğini, bağımsızlığını zedelemez. Şiiri felsefenin yedeğinde görmediğin sürece bu böyledir. İnsanın yeryüzü serüveni, yüz yüze geldiği ve temas ettiği metafizik şiirin bölgesi içindedir; dolayısıyla dokunup geçtim onlara. Sözcükler tümüyle okunduğunda, dizeler, görüntüler görünür ve yitirler. Bende ve okurda anlamın sürmesi, bu büyü şiirindir. Belki süren anlam değil, şiirin müziğidir.

- Şiirlerin biçimselliklerinde de söyleyişinde olduğu gibi bir sadelik, bir yalınlık var. Bilge bir söyleyiş Ben’i doğayla bütünlüyor. Ne dersiniz?

- Şiirlerin biçimlerinde belli değişimler oldu Sözcükler Denizi’nde: Monolog dizeler, soru yanıt dizeleri, italik dizeler, şiirlerin bilgece söylemlerinin aktarılmasında ve çatının oluşturulmasında görev aldılar. İç konuşmalar, bir Hodan çiçeği gibi titreyen iç sesler, sözcükler bitince dibe çökecektir. Birkaç özne, bin bir çeşit imgeyi yüklenip götürür. Öznenin içinde bulunduğu dış mekân, iç mekâna çekilerek, öz orada biçimlendirilir sözcük sözcüğe bitişerek, dokunarak. Ama, şiirin biçimselliğini teknik birtakım girdiye indirgemek de doğru olmaz. Biçimsellik, yapının, şiirin öğeleriyle örgütlenmesi demektir ki, temeli sözcükten başlar. Sözcükler Denizi’nin biçimselliği tek tek şiirlerinin farklı biçimselliklerinden oluşur. Biçimsellik donmuş değil, devingendir.

- Bu yıl iki yeni şiir kitabınız yayımlandı: Sözcükler Denizi, Taşa Bağlarım Zamanı. Bu yeni kitaplardaki şiirler bağlamında şiirinizi nerede görüyorsunuz?

- Bu son kitaplar bağlamında yalınlığın derinliğine ulaştım. Sözcük dağarımın çok genişlediğini gördüm. Şiir dili olarak kırılma bu kitaplarda da sürüyor. Şiirlerimin bilgece bir söyleme kavuşmasında felsefi kavramlarla, sözcüklerle düşünmeye başlamanın etkisi var. Gündelik hayatımda da felsefe ile fenomenoloji okumanın değişimdeki etkisini söylemek bile fazla. Dünya şiirinin doğrultusu sessizliği bulana dek düzlemim olacaktır.

1 Ahmet Ada, Sözcükler Denizi, Şiirden Yayınları, 2009 İstanbul

2 Şair ‘Yollar Boyunca’ adlı şiirinde (s.58), kentin para tutkusundan,

kentte dilin bozuluşundan söz açıyor. (Ahmet Çakmak)

Hürriyet Gösteri dergisi, (Haziran-Temmuz-Ağustos) 2009 / Sayı: 298

26 Haziran 2009 Cuma

Şiir Dersleri I

1) “Şair, esinlenenden çok, esinleyen kişidir” diyor Eluard. Bu ne demektir? a) Şair, şiir ortamını etkiler, esinler, etki dağıtır. b) Şair, okuru etkiler. Ümit, özgürlük, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik esinler.

2) Denilebilirse, şiir de bir bilme biçimidir. Sezgiyle, olgular ve nesnelerle, gerçeklikle hakikati anlamlandırma yolu. Öte yandan estetiksel bir yapı oluşundan dolayı bize haz veren büyülü bir ses ve anlamla örülü bir dizgedir. Bize görülmeyeni gösteren, hayal gücümüzü hareket ettiren, bitkilerle, hayvanlarla yaşadığımızı ve doğanın bir parçası olduğumuzu anımsatan, uzak çağrışımlarla zenginleşen bir olgudur şiir.

3) Şiir, dilsel bir keşiftir. Evrenin bütün seslerine, renklerine, kokularına açıktır. Şiirin dili, yalnız içinde üretildiği ulusun değil, tüm insanlığın dilidir.

4) Klee’nin “görünmezin görünür kılınması” sözü, modern şiir için de geçerlidir. Şiir, görünmezi görünür kılar. Bu ne demektir? Herkesin gördüğünü farklı biçimde görmektir. Görmek, evet, oradan başlar şiir. Ne ki, yaratıcı imgelem sürecinde gözün gördüğü dönüşüme uğrar. Dil, sözcükler dönüşümün temel malzemesidir. Dil, sözcükler ve yaratıcı imgelem görüneni farklı kılar. Yazınsal imge, evet, dilin kurduğu yazınsal imge, dış gerçeğe ya da gözün gördüğüne uymaz, kendi görünenini kurar. Elbette sözdiziminin söyleme yüklediği anlamlandırma, sözcük ilintilerinin sürekli bozup kurduğu anlamlandırmadır. Çağdaş şiir, bu noktada sözcüğe çoğalan anlamlar yükler, sözcüğün ifade ettiği anlamla yetinmez. Yeni olan gözün gördüğü değil, imgelemin, dilin imgelerine yüklediği şeyin görünür kıldığıdır. Klee’nin “görünmezin görünür kılınması” dediği şey, çağdaş şiirde, göz, imgelem, dilsel imge (yazınsal imge) sıralamasıyla açığa çıkan şeydir. Çağdaş şiir düşünüldüğünde, bu işleyiş yoğun ve karmaşık süreçlerin sonucudur.

5) Çağdaş şiiri, insanın bütün ilişkileriyle birlikte düşünmek gerekir. Sözcük, sözcük ilintileri ve sözce ilişkilerine bitişen ‘imge düzeneği’nin gerisinde öznenin toplumsal ilişkileri, deneyimleri, dünya ve hayat algısı, yeryüzü algısı, yaşantısı vardır. Bunların yanı sıra şiir, varlığı, varoluşu, tinselliği anlama ve anlamlandırmada öncü konumunu sürdürür. Onu, salt haz veren bir olgu olarak görmek yanıltıcı olur.

6) Çağdaş şiirin estetiği kendinde bir şeydir. Okur olsun, şairi olsun, şiirin estetiğine kendi donanımları içinden bakarlar. Çağdaş şiirin güzellik etkisi kendine içkindir, ama dışa taşıdığı bu etki okurun estetiksel donanımına bağlı olarak değişkendir. Şiir de bir bilme yolu olduğundan, kimi onun güzelliğiyle ilgiliyken, kimi de hakikati verip vermediğiyle ilgilidir. Çağdaş şiir Varlık’ın Hakikati’ni açığa çıkaran, sözcüklerin sessel ve anlamsal olarak örgütlendiği estetiksel bir yapıdır.

7) Çağdaş şiirin yatay yapısından okuduğumuz sözdizimidir; sözdizimi kırılmalarıyla dikey bir eksen oluşturan şiir, anlamın açığa çıkarılmasını dikey yapıda sağlar. Şiirin yatay ve dikey örgütlenişi bir birlik oluşturur. Bu birlik oluşmadığında şiir sözsel olarak tüketilir. Derin yapı + yüzey yapı birliği de oluşmadığından sessel anlamsal geçişler gerçekleşmez. Bu tür şiirler başarısız şiirlerdir.

8) Aslında, şiirin yatay ve dikey olarak örgütlenişi semiyotik birliğe yöneliktir ya da öyle olmak zorundadır. Bütün şiirsel imler semiyotik birliğe yönelik olarak konumlanır. Şiirin semiyotik birliği gerçekleşmezse şiir başarısız olur: Matris sezilemez, görülemez. Şiirsel metne dönük yatay ve dikey örgütlenişin derininde metne dönüşen bir sözcük ya da tümce vardır. Bu sözcük ya da tümce, Riffaterre’e göre, şiirin matrisidir. Çoğu zaman şiir o matris için yazılır.

9) “Esini reddediyoruz, onun yerine ‘çalışma’yı koyuyoruz, ki doğrudur. Böylece ‘tanrısal iş’ ve romantiklik ortadan kalkıyor. Onun yerine beynin bir konu üzerinde yoğunlaşması alıyor.” diyor Melih Cevdet Anday. Esini metafizik konumdan çıkaran bir poetika bu. Doğrudur. Ne ki, şairi şiir yazmaya iten şeyler vardır; Maurice Merleau-Ponty’nin sözleriyle (o başka bir bağlamda söylüyor) ,“Onlar dışın içi ve için dışıdırlar.” Başka bir deyişle zihinsellik, imgelem, bellek, şiire çalışmanın yaratıcı yataklarıdır. İç’in dile, dolayısıyla sözcüğe, sözceye, sözdizimine dönüşmenin adıdır esin. Şiire malzeme oluşturan, oradan bir konu üzerinde yoğunlaşmasını sağlayan şey ya da şeyler (bilinçdışı yapılanmalar, yaşantı ve bilinç içerikleri, çocukluk, psişik süreçler, dünya ve yeryüzü temasları, şiir ontolojisi, dönem şiiri, şiir bilgisi vb.) şairin çevreninin içindedir ve yaratıcı imgelemden dile, imgeye dönüşürler. Esin dışın içi ve için dışıdır, düşler, yaşantı ve bilinç içeriğidir. Şairin şiir yazmasını tetikleyen dışsal ve içsel çevreninin ortaya koyduğu sorunsallardır. Dilsel çevren de öteki şiirler de tartışılmaz etkenlerdir şiirin yazılmasında.

10) Felsefenin Düalizm diye tanımladığı özne-nesne, varlık-bilgi vb. kutupsallıkların bölünmüşlüğü işaretlediğinin farkında olmalıdır şair. Şiiriyle düalizmin dışında kalmayı bilmelidir. Ağacı gören şair, ağacın da şairi gördüğünü düşünebilmelidir. Cezanne gibi “ben doğanın bilinciyim” diyebilmelidir. Doğayı içerden yaşaması ya da özne nesne birliğini gerçekleştirmesi gerekir. Doğayı, özne-nesne birliğini aşan bir konuma yerleştirmek modern şairin amacıdır.

11) Dünya şiirinin iki gövde üzerinde durduğunu söyleyebilirim: 1) Dış mekân şiiri. 2) İç mekân şiiri. Birincisi dış dünyayı, yeryüzünü, bitkileri, hayvanları, şairin dokunduğu nesneleri, dünyanın tınılarını, kalabalıkları, patırtıları somut olarak şiire taşır. İkincisi, yani iç mekân şiiri ise iç evren şiiridir. Zihinsel, imgelemsel yönüyle ortaya çıkar ve yazınsal imgelerle ifade olanağı bulur. Deneyimlediği yaşantı içeriğini imgelemin söylemiyle, imgeler göndermeler hâlinde dile getirir. İlkine Nâzım Hikmet’in şiirini, ikincisine ise R.M.Rilke’nin şiirini örnek gösterebilirim. Arakesitte ise hem onu, hem de ötekini işleyen şairler var ki bence dünya şiirinin eşsiz metinlerini yazmışlardır. Eliot’ın ‘Çorak Ülkesi’ gibi. Belirtmek gerekir: İç mekân şiirleri, yazıldıkları döneme özgü ‘iç gözlem’i de içerirler; giderek dönemlerinin tinselliğiyle ilgilidirler. ‘Çorak Ülke’ şiiri bunun tipik bir örneğidir ve o iç sesi, müziği, döneminin tinselliğini duyarız. Öznelerinin yaşantı farklılığı da monolojik söylemle açığa çıkar. Dış ve iç mekân içinde yüzen nesnelerin, şaire baktığını görür gibi oluruz.

Akatalpa, Temmuz 2009 – Sayı : 115